Gurme Ajanda’da sinema bölümümüz olmasa da, lezzet tutkunlarının 21 Kasım 2014’te Şeflerin Savaşı (Le Chef – Comme un Chef) adıyla gösterime girecek olan filmi kaçırmamaları için bu yazıyı kaleme aldık. Başrollerini Jean Reno, Michaël Youn, Raphaëlle Agogué ve Julien Boisselier’nin paylaştığı filmi, aynı zamanda senaryosunu da yazan Daniel Cohen yönetiyor. Neşeli müziği ve renkli grafiklerle süslü jeneriği sayesinde Şeflerin Savaşı, ilk dakikadan itibaren sizi Paris’in gastronomi dünyasına götürüyor. Yine neşeli afişinin vaad ettiklerini sunan filmde Jean Reno ve Michaël Youn kafaca birbirinden epey ayrı iki şefi canlandırıyor. Daha doğrusu Michaël Youn, zoraki şefi…
Keyfinizi ve sürprizleri kaçırmamak için filmin konusundan kısaca bahsedelim: Jacky (Michaël Youn), yemek sanatı meraklısı bir genç. Kendi kendini yetiştirmiş, son derece yetenekli ama bir o kadar da inatçı. Yıldız Şef Alexandre Lagarde (Jean Reno) ise, adı üzerinde bir yıldız şef. Paris’te üç Michelin yıldızlı, kendi adını taşıyan restoranı Cargo Legarde’ı yönetiyor. Tabii kendi adıyla restoran açmak çok havalı ama bilenler bilir, şeflik başka iş, yatırımıcılık/işletmecilik başka bir iş. Cargo Legarde’ın da bir yatırımcısı var ve yıldız şefimizin yıldızı bu yatırımcı ile hiç barışamıyor. Yatırımcı, yükselen trend moleküler gastronominin çok daha iyi para kazandıracağına inanıyor ve Lagarde’ı demode buluyor. Niyeti Lagarde’ı başından atıp, “konumu çok iyi” olan restoranı bir moleküler gastronomi mabedine dönüştürmek. Bir yandan Lagarde’ın ekibindekilere daha iyi pozisyonlar teklif ederek (ki bu aşçıların başına hep gelir) ekibi dağıtır, diğer yandan Michelin jürisinin de menüde moleküler yemekler beklediğini ima ederek, yıldız kaybederse Lagarde’ı kovacağını söyler. İşin kötüsü Lagarde, yakında gelecek eleştirmenlere sunacak yeni yemekler icat etme konusunda sıkıntılıdır (bu da aşçıların başına çok sık gelir). Lagarde, günlük iki servisi yönetecek bir yardımcı ararken şans eseri Jacky ile karşılaşır. Jacky’nin üstün (?!) yetenekleri ve dahiyane (?!) fikirleri ile çözümler üretmeye başladıklarında eğlence başlar.
Türkiye’de hala Michelin yıldızlı bir restoranımız olmadığından, Michelin yıldızı kazanma/kaybetme stresi bize biraz yabancı bir konu. Öyle olsa da, gastronomi dünyasındaki ortak problemlerin altını çizmesi ve mizah yoluyla yansıtması bakımından çok eğlenceli. Yetiştirip kıvama getirdiğiniz ekip üyelerinizi başkalarının transfer etmesinden malzeme tedarikçisinin sizi yarı yolda bırakmasına, çok bilmiş müşterilerinizin aslında en basit olanı beğenmesinden yemekte durmadan değişen bir moda olmasına, eleştirmenlere kendini beğendirmenin zorluklarına kadar pek çok noktaya temas ediyor Şeflerin Savaşı. Bu bakımdan insanı yerlere yatıran bir film olmasa da, sektördekilerin ve sektörü yakından takip edenlerin çok eğleneceği kesin.
Filmde gözden/kulaktan kaçabilecek pek çok ayrıntı, tıpkı bir yemeğin tuzu-baharatı gibi, yakalarsanız ondan alacağınız zevki katlayacak. Örneğin Jackie’nin bir pop yıldızının şarkılarını ezberlemesi gibi başta Lagarde olmak üzere, hayran olduğu ünlü şeflerin yemek reçetelerini, tekniklerini ezberlemesi… Moleküler gastronomiye şüpheyle yaklaşan Lagarde’ın bu yemekleri hicveden tanımları… Jackie’nin kız arkadaşı onu terk edince, iki kafadarın bir şişe Cheval Blanc açması, “yok bu kesmedi” diyip Petrus açması… Yıldız şefin yemek programı ve kadın-erkek ilişkilerine dair diyalogları da içeren daha pek çok detay…
Film, sektörü çok iyi gözlemlemiş bir senaryoya sahip olmasına rağmen, Michelin yıldızı jürisinin geleceği tarihi belirtmek gibi bir hata yapıyor. Oysa Michelin jürisi de, eleştirmenler de genellikle randevusuz, çat-kapı gelirler. Eleştirmenleri önceden tanıyorsanız, “eyvah, eleştirmenler geldi” durumu yaşanabilir ama Michelin jürisinde kimler olduğunu bilmek bile mümkün değil. Normal bir müşteri gibi, herhangi bir günde gelip yemeklerini yerler ve ödeme yaparlar. Bu hata, belli ki Lagarde’ın yıldız kaybetme stresini vurgulamak için yapılmış. Filmdeki amacı bizi güldürmek olsa da, aşçıların ve restoran sahiplerinin “zaman uyma” kaygısının eleştirmenlerin etkilediği müşterilerden mi, yoksa müşterilerin talebiyle yönelinen trendlerden mi kaynaklandığını da kurcalıyor.
Üç saatlik bir uçak yolculuğunda size hoşça vakit geçirtecek bir filmin altında derin anlamlar aramaya gerek yok elbette. Zaten filmin mesaj vermek gibi bir kaygısı da yok. Paris’in gastronomi dünyasında ne gördüyse, yazmış, çizmiş, yönetmiş Daniel Cohen. Oyuncular iyi, müzik güzel. Siz de bu filmden maksimum keyfi almak için izlemeden önce biraz koklayın, sonra bir yudum alıp damağınızda çevirin… Fragmanlar burada ve burada.
Nahide Mutlu