İnternet dünyasının kendine özgü dili ve görselliği ile tanınan yemek sitesi Harbiyiyorum.com, dijital ortamdan basılı ortama geçti; içeriğinin bir bölümü artık bir kitap. Sitenin kurucusu ve yazarı Salih Seçkin Sevinç, geçtiğimiz altı yıl boyunca gezip gördüğü, denediği, öyküsünü araştırdığı 130 restoran ve kafeyi “Harbi Yiyorum – Türkiye’de Harbiden Nerede, Ne Yenir 1” adıyla derledi ve cep boyu bir rehber kitaba dönüştürdü. Hayykitap tarafından yayınlanan kitap, Nisan ayında kitapçılarda yerini aldı. Web sitesini takipedenlerin yakından tanıdığı “harbi” üslup, kitapta da devam ediyor. Salih Seçkin Sevinç ile, bilginin bu kadar hızlı üretilip tüketildiği bir çağda ortaya çıkan bu kitabın ve damak tadı uğruna yollara düşmenin hikayesini konuştuk.
– Kitabın konsepti ve hikayesinden kısaca bahsedebilir misiniz?
– Kitap 6 yıldır Harbiyiyorum.com‘da benim yazdığım “Nerede Ne Yenir?” yazılarının derlemesinden ibaret. Spesifik olarak bir lokantada öne çıkan lezzetten ve bu lezzet etrafında oluşan mekan hikayelerinden oluşmakta. 6 yılda toplam 170 tane yazmışım. Kitaba 130 tanesi girebildi. Kitabın bağlamı internetten farklı çünkü. Harbi Yiyorum’un olabildiğince uygun fiyatlı olmasını ve herkese ulaşabilmesini hedefledik. Bu yüzden diğer yeme-içme kitaplarının aksine hafif ve cep kitabı şeklinde. Arabana at, yola devam et.
– Kitapta ve web sitenizde yer alan mekanları nasıl seçiyorsunuz?
– Değelendirme kriterim öncelikle lezzet. Eğer bir mekanda bir lezzet öne çıkmışsa ve o mekandan önce yemeği konuşuluyorsa, o yerde bir takım ustalık melekeleri de gelişmiş demektir. Genelde bu tür mekanları biraz didiklerseniz, arkasında çok güzel hikayeler olduğunu da görüyorsunuz. İkinci kriterim de ustalık ve hikaye. İşte Harbi Yiyorum’da bundan ibaret. Hijyen, servis kalitesi, otopark var mı yok mu beni hiç ilgilendirmiyor.
– Yer verdiğiniz lezzetler çoğunlukla sokak yiyecekleri veya ayak üstü yenen yiyecekler. Bu durum özel bir tercih mi yoksa halk bunları yer, diğerleri “monşer” yaklaşımında mısınız?
Hepsi sokak lezzeti değil aslında. Tatlıcı, kebapçı, kanatçı vb. de var. Eh, ama öyle neticede, Türkiye aşağı yukarı bunları yiyor zaten. Halk bunları yer ve evet monşerler de bunları yer. Çok pahalı bir restorandan ya da gece kulübünden çıkışta monşeri halkla birleştiren bir işkembeci ya da ıslak hamburgercidir.
– Kitabınızdaki dil çok pozitif, Barış Manço gibi herkese 10 puan vermişsiniz. Derecelendirmeden özellikle mi kaçınıyorsunuz, yoksa kitaba sadece en iyileri aldığınız için mi böyle?
– Genelde yazılarımda pozitife odaklanırım. Zaten içime sinmeyen ve yukarıda bahsettiğim filtreden geçemeyen yerleri yazmıyorum. Bu da beni mutlu kılıyor aslında. İyi örnekleri yüceltelim, vasatlar örnek alsın, kötüler de daha çok çabalasınlar. Genel ülke olarak negatife odaklı ve ahkam kesmeye meraklı bireyleriz. Ben başından beri Harbi Yiyorum’da bu yolu benimsedim. İyiye odaklan; bu seni de mekanı da erdemli kılsın! Olumsuz ya da geliştirilecek şeyleri mekan sahibine söylerim mutlaka. Ama genelde kim olduğumu bilmezler. O yüzden o esnada söylediklerimi ciddiye alıyorlar mı almıyorlar mı, orasını bilmiyorum tabii ki…
– Sosyal medyada moda bir deyim var “keşfetmek”. Önsözünüzde bunu insanların içinde var olan avcılık içgüdüsüne bağladığınızı söylüyorsunuz. Herkes kitap yazamaz ama Instagram kullanabilir. Bu durum sizce avcı sayısını arttırdı mı?
– Avcılar çoğaldı tabii. Ama bu avcılık sadece yöneldiğiniz alanla ilgili bir avcılık değil. İlgi avcılığı, yükselme avcılığı, şöhret avcılığı, “ben göründüğümde daha fazla biriyim, beni tanımalısın” avcılığı sosyal medyanın yücelttiği ve zamanla aracı amaç yapan yönelmeler. Ama gerçek bir avcı avını yakalayıp insanların önüne ziyafet için koyan kişidir. Bu kitapla bahsettiğim cesareti gösterdiğime inanıyorum. İyi ya da kötü… Eleştirilebilir. Ama hodri meydan! Reel ve elle tutulabilir bir ürün var artık ortada.
Sosyal medya kaçak dövüş alanı. Bir iletişim yanılsaması yaşandığı ve manipülasyona açık olduğu aşikar. O yüzden avlayan kim, avlanan kim pek belli değil. Dahası insanlar sosyal medyada bulduğu bilgileri nasıl kullanabileceği ya da yorumlayacağı konusunda hala bilinçli değil.
– Rehber kitap yazmanın bir problemi var: Bazı yerler siz kitabı daha dağıtıma vermeden kapanmış oluyor. Bir-iki yıl içinde gözden geçirilmiş yeni baskı yapmak gerekebiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Bahsettiğim kriterler işte bu uzun solukluluğu da sağlayan şeyler aslında. 6 yılda yazmış olduğum yerlerden kapanan sadece iki mekan var. Ziyaret ettiğim bazı yerleri yıllarca yazmadığım oluyor. Ben ona demlenme diyorum. Restoran ve oradaki lezzetler kafamda demleniyor da demleniyor. Sonra bir gün yazıya dönüşüyor. Öne çıkan lezzet ve ustalık melekelerinin olduğu yerler, uzun soluklu restoranlar oluyor. Çok ilerki tarihlerdeki projeksiyonlar için ise yapmaya çalıştığım şey; gelecek nesillere, araştırmacılara Türkiye’de “şu ve şu yıllar arasında” yeme-içme ve yemek kültürü üzerine bir arşiv bırakabilmek. Belki 50 yıl sonra biri yazdığım bir mekanda “Aaa, daha önce burada şöyle bir restoran varmış ve hikayesi de şöyleymiş!” dediğinde mekan sahibi “O bahsettiğiniz benim dedemdi” derse, ortaya çıkacak diyaloğu düşünmek bile bana zevk veriyor. Hasılı, kitaptaki içeriğe dönecek olursak, Harbi Yiyorum’u yazarken ve sonrasında baskıya gidiş sürecinde Beyoğlu’ndaki Köfteci Hüseyin’in binası yıkılmıştı mesela. Sonra karşıda yeni binaya taşındılar, bir tek o adresi güncelledik. Başka da bir şey değişmedi.
– Bu kadar seyahat, tadım ve gözlemden sonra, tezgahın öbür tarafından bize aktarmak istedikleriniz var mı?
– Esnaf var olan teşvik ve olanaklardan bihaber; vergilerden, ruhsat alma vb. bürokratik süreçlerden yakınıyor. Ama en önemlisi de kalifiye eleman bulamamaktan yakınıyor. Ustalar el vereceği çırakları arıyor ancak yeni nesil babası/amcası gibi kebap pişirmek istemiyor. Çıraklar ise sabırsız. Hani “Çorba kaynıyor” derler ya. Aynen durum öyle. Ancak altı kişiye dört kişilik çorba kaynıyor. Her geçen gün sermaye sahibinin doğal üretimi, ustalığı ve benzer değerleri daha da büyüterek endüstriyel gıda sektörü okyanusunda boğma girişimlerine tanık oluyoruz. Bugün Mardin’de birileri çok iyi kek yapıyorsa ve o kek beğeniliyorsa, süreç İstanbul’da bir kek fabrikası oluşumuna kadar dönüşebiliyor. Ben ise Mardin’deki o minik kek atölyesinin fotoğrafını çekebildiğime seviniyorum.